“İlkelerini kaybetmiş bir toplum, kutsadıkları ile aldatılır.”

     Son yirmi bir yıldır nice seçimlerin yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Öyle ki öne alınmış ve öne alınması gündeme gelmiş bir çok seçim dönemi söz konusu. Referandumlar ise cabası. Anlaşmazlıklar, çıkar çatışmaları, rant kavgaları, partilerin nüfuz artırma çabaları, sistem değişikliği… Ne dersek diyelim, bir şekilde  seçim tartışmaları gündemimizi olağanın dışında etkiliyor ve bu şartlar altında sandığa götürülüyoruz. Bu seçim sürecinde liderlerin uçuk söylemleri ve bunun sonucunda toplumsal kutuplaşma sebebiyle yaşanan büyük problemler, muhalefet partilerinin önce tehdit edilip bir gün sonrasında parti binalarının kurşunlanması, karşılıksız çek misali vaatler, ahlâki ilkenin göz ardı edildiği seçim çalışmaları, alabildiğine popülizm, yalan-dolan-entrika... Ne ararsanız mümkün. Mâlûmunuz her köşe başında, kahvehanelerde, iş sahasında seçim münâzaraları. Herkes ülkeyi kurtarıyor bu ayak üstü sohbetlerde tabiî! Ahmet’in A partisini, Mehmet’in B partisini savunduğu söz konusu süreçte bir tiyatro olduğuna inandığım bu seçimlerin başrolleri [kimilerince dünya lideri] sahnede bu gösteriyi sergilerken perde ardında büyük abilerinin belirlediği yol haritasını ezelden içselleştirdiler bile. Kimi zaman saklamayıp dile getirdikleri de oluyor bu üst akıl abilerinden aldıkları talimatları. [BOP’un eş başkanıyız dediğini hatırlayacaksınız Erdoğan’ın ve bugünlerde de bu görevini sürdürmektedir.]** Muhalefet kanadının da okyanus ötesinden bağımsız olduğunu söyleyemeyiz tabiî. Velhasıl; ha Ali, Veli; ha Veli, Ali...


       Seçim döneminde hal ve ahvâlimiz bu iken toplumsal bir gelişme belirtisi görebilsek âmenna. Erdemli toplum olmayı bir yana bırakalım insanî olarak geriye gittiğimiz bu denli aşikâr iken kim iddia edebilir aksini. Enflasyonun belimizi büktüğü mevcut konjonktürde sosyo-ekonomik anlamda durumun vehâmeti ortada, etik-ahlâk anlayışımız ise malûmunuz. Bununla birlikte varsıl ile yoksul arasındaki gelir farkı gün geçtikçe daha da artmakta. Büyük oranda bundan kaynaklanan gettolaşma ve bunun getirisi dışlanmanın/ötekileştirmenin bireyin psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisi, suç oranlarının artarak devam edişi, aile olgusunun yıkılmaya yüz tutması sebebiyle toplumdaki çimento görevini yitirmesi, LGBT sapkınlığının her geçen gün nüfûz alanını genişletmesi, hiç görmek ve duymak istemediğimiz ırkçılık taassubu, ötekine karşı alabildiğine güvensizlik ve tahammülsüzlük v.s...  Nice seçimlerin yaşandığı bu noktada yirmi bir yıllık mevcut iktidarın karnesini ve ülkemizin durumunu en kısa şekilde böyle özetliyorum. 


“Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.”
Friedrich Nietzsche

İlâhî ilke: “Emaneti ehline verin.”  [1]

      Bu yazımdan asıl muradıma gelecek olursak, şahısların uzun zamandır değişmediği yerde seçimlerin bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ziyadesiyle iyimser bir yaklaşım olur kanısındayım. Ya da şöyle düşünülmeli, sorun kişiler mi ki seçim yenileniyor? Sorun kişilerse, seçilenler kadar seçenlerin de seçmeye ehil olması gerekli değil midir? [Yani seçenlerin de değişmesi, seçme hakkının tüm halka tanınmaması gerekir. Çünkü toplumsal huzur ve refah artışı olmamasına karşın aynı kişiler iktidarda kalıyor ve ne bunu ne de sistemin bütününü eleştiriyoruz. Bir dönem; ‘Dağdaki çobanın oyu ile benim oyum bir olmamalı.’ diyen ünlü bir hanımefendinin söylediklerine başta meseleyi dile getiriş tarzı olmak üzere önemli ölçüde ayrıştığımız konular olsa da katılıyorum. Buna bir çoğunuz katılmayabilir. Tartışabiliriz.] Zira görüyoruz ki değişen bir şey olmuyor, partilerin aldıkları oy skalası değişse de sonuç aynı. Bu da demektir ki sorun zihniyet sorunu, sorun akledememe ve eleştirel düşünememe sorunu. Özetle; cehâlet…

“Eleştiri ve sorgulama aklın dindarlığıdır.” diyor, Alman filozofu Heidegger..

      Peki bir işi ehline vermenin, yani bu konuda karar vericilerin sahip olması gereken özellikler nedir? Bir kere en başta muhakeme yeteneği, akıl yürütebilmek, eleştiri ve sorgulama istidatı, idâri anlamda düzeni sağlamak adına getirilen yasaya (etik) bağlılık, sonra sözü edilen görev konusunda minimum deneyim, özetle; liyâkat. İfade ettiğimiz konularda ülkemizde tümel bir bilinçten söz edilebilir mi? Sürekli benzer söylemlerin, yalanların cirit attığı, popülist yaklaşımların hüküm sürdüğü siyasi arenaya hemen hemen aynı oranlarda destek verilmesi toplumsal bilincin göstergesi olabilir mi? Hayır! Bunun adı katıksız “Bağnazlık”

     Bundan mülhem diyebiliriz ki devlet tipi kurumlar için yapılan seçimlerde halktan reşit olanların katılımıyla gerçekleşen seçim modelleri İlâhî ilkeyle yani liyâkat ile bağdaşmaz. Yönetenleri seçmek de belli bir liyâkati gerektirir inancındayım. Yönetmek nasıl ki zarurî olarak liyâkati gerektiriyorsa, idarecileri seçmek de belli ölçüde liyâkati elzem kılıyor. Bu bağlamda ‘Emaneti ehline verin.’ İlâhî ilkesi noktasından değerlendirdiğimizde demokratik seçimler ve sonuçları niteliksiz nicelik’in zaferidir düşüncesindeyim. 

“Demokrasinin ne olduğunu anlamak için herhangi bir seçmenle beş dakika konuşun." 
Vinston Churchill

Mevcut Statükoya (Lâik Liberal Demokrasi) Dâir

Demokrasi’ye göre;

1. Neredeyse kalabalık oradadır hakikat.

2. Atanmışların liyakatini seçilmişler; seçilmişlerin liyakatini de kalabalıkların oylarının miktarı belirler.

3. Tekil cehâlet tehlikelidir; ancak kalabalık cehâlet 'güç'tür; yanlış uygulamalara hak verir.

5. Demokrasi, mütehakkimlerin, suçlarına yığınları ortak etme projesidir.

Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu 

       Üstat İhsan Fazlıoğlu’nun mevcut statükoya yönelttiği eleştiriler bağlamında şunları söyleyebilirim. Lâik-liberal demokrasilerde gerçek anlamda bir toplum siyaseti yapılacağı her zaman bir iddia olarak ortaya çıkar ve bu iddia çok geçmeden anlaşılır ki bir popülizmdir. Cumhuriyet tarihi göstermiştir ki bu coğrafyada dış müdahalenin etkisiyle siyaset değil politika yapılmakta. Bir zamanlar ‘Benim tek sermayem parmağımdaki yüzüğüm.’ diyen mevcut Cumhurbaşkanı’nın, muhalefetin ve bir çok kesimin diline dolanan mal varlığı başka türlü nasıl ve ne ile izah edilebilir ki. Siyasetçi yetiştirmeliyiz, politikacı değil. Ve gerçek anlamda bir siyasetçiyi de insan olması ve dolayısıyla kusurları ve zaafları olduğunu hesaba katarak denetlenebilir ve kısıtlayabilir yasalarla kontrol etmeliyiz. Hangi kişi ya da grup, parti olursa olsun, devlet idaresinin nirengi noktalarında yönetim esasları (anayasa) bu grupların tekeline bırakılmamalı ve ilâhî ilke ve kâidelerle çerçevelendirilmelidir. Politikaya zemin bırakmamak için bu elzemdir. Kanımca siyaset ile politika çok farklı iki kavramdır. Ahlâkın eşlik etmediği bir siyaset anlayışının varacağı son radde politikadır. Bu bağlamda, seçim öncesi süreçte iktidar grubunun Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla seccadeye basmasını mukaddesata saygısızlık olarak nitelemesi bir siyaset midir? Erdoğan diyordu ki: “Din üzerinden siyaset yapmak, dini ideolojik bir araç haline getirmek dine, demokrasiye ve insanlığa karşı suikastten farksızdır.” (7 Temmuz 2005)

Bugün “seccade, kıble, nas, camilerimizi yaktılar” söylemiyle siyaset değil politika yapıyor.

"Ahlâk, insanlar ile hayvanları ayrıştırır; politika [: her alandaki her türlü riyâkâr ilkesiz 'iktidâr' mücadelesi] -tekrar- birleştirir." 
Niccolò Machiavelli


İlâhî ilke: “Allah size adâletle hükmetmenizi emrediyor.” [2]

     Seçen ve seçilende olması gereken niteliklerin yanı sıra devlet aklına, düşüncesine ve eylemine yön veren statüko ve statükoyu besleyen kurallar bütünü yasalar da belli kriterlerle oluşturulmalı. Bir kere bilhassa, kural ve tüzüklerinin beşerî akıl ile teşekkülü halinde sorunları çözecek yerde sorun üretir duruma gelecek kurumların (hukuk, ekonomi gibi) temelde insan üstü, aşkın olan Yaratıcı’nın koyduğu kurallar ve onun son elçisi Muhammed’in (s) yapıp etmelerinin hasılası olan sünneti ile idâme edilmesi ve değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez hassasiyeti ile korunması gereklidir. Söz gelimi hukukun alâmeti fârikası nesnelliktir. Haklı olabilmek için güçlü olma şartının koşulduğu post-modern dünyada oluşumu beşeriyetin inisiyatifine bırakılacak hukukî normlar [borç hukuku, ceza hukuku, medenî hukuk, idâre hukuku v.s.] ne ölçüde nesnel olabilir ve nesnelliğini koruyabilir! Yine post-modernizmin bir trajedisi olarak ‘Güç yoksa hukuk edebiyattır.’ ilkesinin yürürlükte olduğu ve bir düşünürün deyişiyle; ‘hukukun siyasetin fahişesi’ olduğu bir dünyada adâlete ilişkin “temel” normlar nasıl olur da duyguyla karışmaya meyilli insan aklının tekeline bırakılabilir! Duygunun olduğu yerde nesnellikten dolayısıyla adâletten söz edilebilir mi!

       12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinin kaotik/despotik etkilerini üzerinden atmış gibi görünen Türkiye eskiye nazaran düşünsel bir değişim/esneklik gösterdiği için rahatlıkla şunu ifade edebilirim; evet, İslam hukukunu savunuyorum. Toplumun İslam hukuku konusundaki yanlış ve eksik daha önemlisi empoze edilmiş bilgisi için şunu sorabilirim; ‘İslam Hukuku konusundaki bilgimizin referans noktası nedir, kimdir?’ Eminim ki toplumun ekseriyeti için bu sorunun cevabı takdir edersiniz ki medya. Cahil üniversiteli ve bir kalem darbesiyle sokağa dökülmeye meyilli gençlerin “Kahrolsun Şeriat.” sloganlarını bu yazıyı okuyan herkesin işitmişliği vardır. Bu ve benzeri sloganlar ve bu doğrultuda belli kesimlerce izlenen politikalar şerî hukukun kötü bir sistem olduğuna dair tabanın zihninde menfi bir imge oluşmasına yetiyor maalesef. Ne hazin! Halbuki din, toplumsal düzeni sağlamak için gönderilmiş kurallar manzumesi olup, şerî hukuk ise din disiplinin normlarıdır. Peki medyanın hele ki din konusundaki vaazları ne kadar itibar edilebilirdir! Ne ölçüde özsel kaynaklarla örtüşür! Güç odaklarının gerçeği manipüle etmesinde çok önemli bir rol üstlenen medyanın objektif olduğunu iddia edebilir miyiz? Bir kavramın, paradigmanın, ideolojinin, disiplinin gerçek mahiyetinin ancak öz kaynaklarına başvurularak öğrenilebileceği gerçeği akıl, mantık ve en önemlisi vicdanın gereğiyken medyaya ve sübvanse edilen güdümlü medya sözcülerinin söylemlerine bakılarak bu konuda fikir sahibi olmak ve şuursuzca onun azılı bir savunucusu olmak izah edilebilir mi? “İzansızlık” Söz gelimi artan kadın cinayetleri ve çocuk istismarları karşısında idamın geri getirilmesi konusunda hiç de basite alınamayacak bir kamuoyu oluşmuş durumda. (Bugün idamın geri getirilmesi için referaduma gidilse rekor seviyede bir oyla kabul edileceğine inanıyorum.) “Haksız yere” bir kişiyi öldürmenin cezasının idam olduğu şer-î hukuk, “Kahrolsun Şeriat” sloganlarıyla yerilirken, diğer yandan sözünü ettiğimiz suçlar için kamuoyunda idam talebinin oluşmasındaki derin tezatı görmemiz gerekmiyor mu? Bu çelişkili durum, toplum tabanının İslam hukuku konusundaki bilgisinin tamamıyla medya üzerinden ve kulaktan dolma olarak şekillendiği/şekillendirildiği ve böylelikle zihinlerin manipüle edildiği tezimizin doğruluğunu gösteriyor.


Din, (İslam) Zaman Üstüdür
     Bu bakış açısının yanı sıra bir de şer-î hukukun çağ dışı olduğu gerekçesiyle kabul görmemesi durumu var. Çağ, zamana ilişkin/mündemiç bir kavramdır. Bir başka ifadeyle tümel olan zaman kavramının bir cüzüdür. Peki zamanı yaratan da Allah değil midir? Zaman ve şer-î hukuk sistemi Allah’ın kudret ve irâdesinin tecellisi olduğuna göre bu bağlamda bir uyumsuzluktan yani şer-î hukukun 21. y.y.’a uygun olmaması iddiasının kıymeti olabilir mi? Bu temelsiz bir iddia, dolayısıyla safsata. Böyle bir iddia Yaratıcıya kusurluluk atfetmek olmaz mı? Unutmamalı; Allah’ın kanun olarak belirlediklerinin sosyolojik etki ve sonuçları noktasında “ne için” sorusunu sorabiliriz, bu kabul edilebilirdir ve hatta gereklidir de. Çünkü bir hikmet arayışıdır bu.

        Sözün özü, böylesine mühim konularda toplumsal olarak ne akademik bir temelimiz ne entelektüel birikimimiz var ve ne de eleştirel bakış açısına sahibiz fakat fikir sahibiz gûya, gelin görün ki referansımız medya!

    “ Hukuk, ekonomi ve idarede ilâhi kâidenin getirilmediği, müphemliğin olduğu vâkâlarda 

akl-ı selim ve vicdan birlikteliğiyle karar verilmeli ve adâletin, bir güneş misali yönetilen konumundaki herkese, velev ki düşmanımız olsun[4], uygulanmasına gayret edilmelidir.”

Bitirirken; 

     Sorunumuz, bizi yönetenleri tekrar tekrar sıkılmadan başa getirmemizde, onları bu göreve getirirken hiç bir ilâhî düsturu referans almamakta.

Sorunların zamana uymayan yasalarda olduğu yanılgısıyla hareket edip sürekli yasa değişikliğine giderken, seçim sistemini eleştirmememizde.

Ve en önemlisi asıl ana problemin ve toplumsal bunalım ve çürümenin kaynağı, beşerî akıldan filizlenen statükoyu ise hiç mi hiç hesaba katmamakta...


“Eyy Amerika!”   çıkışıyla kendimizden geçiyor, “Bir gece ansızın gelebiliriz.” söylemiyle sarhoş oluyorsak tüm bunlar müstahaktır öyle değil mi?

Saygı ve hürmetlerimle …

Dipnot:
** BOP: Büyük Ortadoğu Projesi
[1] Nîsa/58
[2] Mâide/54
[3] Kadir TURAN, İktibas Çizgisi Dergisi, 2019-Ekim Sayısı, “Büyük Düşün(ebil)mek Üzerine” başlıklı makale. 
[4]Mâide/8

--
E-mail: [email protected] 
Twitter: @kadirturan_

--

Bu yazı, İktibas Çizgisi Dergisi’nin Mayıs sayısında yayımlanmıştır.