Yazın hayatıma başlarken genelde fikir, düşünce yazıları yazarak başladım fakat gelinen noktada gündem o kadar yoğun ve değişken ki; ne kavramlar, fikirler ve sosyolojik problemler üzerine düşünmeye ne de bunları anlamlı bir bütün haline getirip kaleme almaya zamanım yetiyor. Çok kısa zaman aralıklarıyla değişen gündem toplum tabanını sarhoş etmiş vaziyette. Halk deyişiyle pişmiş tavuğun başına gelmemiştir bu ülkenin başına gelenler. Karşılaşılan soru ve sorunlarla yüzleşebilecek ve bunlardan ders çıkarabilecek ne toplumsal ne de kurumsal bir temelimiz de yok maalesef. Aklın gereğidir ki zamanın içinde yaşananlar yarınlar için tedbir vesilesi olmalıdır, tevekkül değil. Fatalizm (kadercilik) ne hazin ki doğu toplumlarına sirâyet eden ve bitmek tükenmek bilmeyen bir ur gibi. Oryantalistlerin İslam toplumlarına yönelttiği en büyük eleştirilerin başında, akıldan ziyade kalbiyle ve duygularıyla hareket ettikleri yönündedir. Şüphesiz dışarıdan biz gözlem ile yapılan bu eleştiri gelinen noktada son derece yerindedir. Halbuki ilk emri “Oku” olan bir dinin mensupları müslümanlar. Hayatı ve evreni Varlık’ı (Allah) temel alarak okumayı, anlamayı ve anlamlandırmayı bıraktıkları için teknik konusunda Avrupa ve Doğu’dan yükselen diğer süper güçlere göre çok geride kaldılar. Bunun neticesinde de yaşanan felaketlere çözüm üretme ve müdahale etme noktasında da sınıfı geçemiyorlar. Ülkemiz özelinde bakacak olursak bu gibi durumlarda ‘İlk müdahaleyi zamanında yapamadık, halkımızdan özür diliyoruz.’ şeklinde açıklamalarla milletin gazını almaya çalışıyorlar. (Bu açıklamayı deprem felaketi sonrası Cumhurbaşkanı yaptı. İstanbul’un betonlaşması ve mîmârî dokusunun bozulması sonrası ise; ‘Bu şehre ihanet ettik.’ demişti.) Nasıl olsa insan nisyan ile mâlüldür, bir şekilde unutur ve unutacaktır değil mi? Sevgili okur, lütfen unutma..! Bugün bana yarın sana.

İsveç ve NATO Üyeliği
    Yaşadığımız büyük deprem felaketinden kısa süre önce İsveç’in NATO’ya üyeliği gündeme gelmişti. Teâmüller gereği Türkiye’nin onayı olmadan bu ittifaka girmesi de mümkün değildi. İsveç’in Türkiye aleyhine çalışan örgütlere ikâmet, finansman ve lojistik gibi destekler sağladığı ileri sürülerek bunlara derhal son verilmesi ve bu konularda güvence verilmesi istenmişti iktidar tarafından. Türkiye’nin endişelerini anladığını söyleyerek zaman kazanmaya ve yumuşak bir zemin hazırlamaya çalışan İsveç, bu süreçte İslam ve mukaddesat düşmanlarınca desteklendiği açık olan bir  kendini bilmezin dünyanın gözü önünde Kur’an’ın yakmasına müsaade etmesi ve bunu düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirmesi süreci durdurmuştu. Hükümet tarafından yapılan açıklamalar İsveç’in Kur’an’ın yakılmasına (hem de iki kere) müsaade etmesi sebebiyle NATO üyeliğinin zora girmesi yönündeydi. Bir Müslüman ülkeden ve Müslüman liderden beklenen duruş da bu olmalıydı. Depremin ardından bir ay gibi kısa bir zaman geçmişken tekrar İsveç’in NATO üyeliğinin gündeme gelmesine ve bu konuda iktidar temsilcilerinin açıklamalarına şahit olduk. Hükümet sözcüsü İbrahim Kalın basına verdiği demeçte; “İsveç ve Finlandiya'nın PKK ile mücadelede attığı adımlardan memnunuz ancak yeterli değil. Sürecin nasıl işleyeceği iki ülkenin atacağı adımlara bağlı"  ifadelerini kullandı. Gördüğünüz üzere deprem öncesinde yukarıda değindiğimiz onur ve haysiyet düşürücü olaylara ilişkin menfi yönde yapılan sert açıklamaların yerinde yeller esiyor. Bazı şeyler çabuk unutulmuş, basın yine çok sinsice kullanılarak zihinler muhasara altına alınarak manipüle edilmiş ve görüşmelere devam etmeye başlanmış. Kutsal kitabın yakıldığı bir vasatta, halkı Müslüman olan bir devlet ve iktidarı nasıl olur da bu müzakerelere devam edebilir, üstelik kısa süre önce aksi yönde açıklamalar yapmışken…!

Reel Politik
   Devlet aklının temelinde din, işleyişinde felsefi akıl etkin olmalıdır. Reel politika devlet aklının gereğidir ve gâyet tabiîdir ki devlet kendi çıkarını ön planda tutmalıdır. Bu konuda bana katılmayanlar olabilir fakat ben devlet olgusunun halka hizmet noktasında esnek olması, radikal adımlar ve söylemlerle uluslararası ilişkileri sekteye uğratmaması ve milletinin refahı için iletişime geçmeyeceği bir ötekinin olmaması gerektiği düşüncesindeyim. Ve lâkin, söz konusu din ve dini değerlerimiz ise (bana göre dinden daha öte bir değer yoktur.) hem devlet nezdinde hem de toplum nezdinde reel politik uygulamasının kıymeti harbiyesinin olmadığını, olmaması gerektiğini savunuyorum. Nasıl olur da bir devlet (İsveç) kendini bilmez bir müptezelin canlı yayın yaparak dünyanın gözü önünde Kur’an’ı yakmasına izin verir..! Nasıl olur da iktidar bu sinsi kurguya evvela tepki gösterip sonra tekrar müzakereye başlar..! Bu coğrafyada yaşayan ve İslam ortak paydasında buluşan tüm etnik unsurların onur, gurur ve iradesi nasıl  olur da ayaklar altına alınır…! 

Seçime Doğru
    Seçim yaklaşıyor ve korkarım ki bizler yine bir çok şeyi unutup duygularımızla hareket edeceğiz ve benzer bir sonuçla karşılaşacağız. Tükürdüğünü yalamalarına alışmayalım, yaşanan felaketler sonrasında devlet duruşu sergileyememelerinden ötürü halktan özür dilemelerine kanmayalım, eşleri baş örtülü ve arada basına yansıyan Kur’an okumalarına aldanmayalım, yaptıkları özür açıklamalarına itibar etmeyelim, enflasyon toplumu inim inim inletiyor ve bu çözümsüzlüğe en büyük cevabı tokat gibi verelim, her yerde kendi adamlarına yer açmalarına göz yummayalım, adâleti isimlerinde değil eylemlerinde gösterebileceğine inandıklarımıza destek verelim. O da yok ya, neyse..!

Bitirirken; 
  Mevcut iktidara bu gibi mecralarda eleştirilerimizi yöneltiyoruz fakat bu demek değildir ki yirmi yıllık iktidar süreci hatalar ve kayıplarla dolu. Bir çok sorunsalı aşmış ve Türkiye’nin önünü açmış olduklarını da hesaba katmalıyız. Bu konuda bir örnek; darbelerle geçen bir siyasi tarihimiz var. Gelinen noktada askeri vesayetten ve dolayısıyla darbe riskinden söz edebilir miyiz? Daha önceleri Genel Kurmay Başkanları siyasi bir özne gibi boy gösterirdi. Peki bu yazıyı okuyan kaç kişi Genel Kurmay Başkanı’nın ismini biliyor? Bu tek bir örnek dahi gelinen noktadaki kazanımıdır ülkemizin. Fakat toplumsal gelişim söz konusu olduluğunda bir arpa boyu yol alamadığımıza inanıyorum. Yirmi yıllık süreçte erdemli toplum olma noktasında ileri gittiğimiz söylenebilir mi? Suç oranlarının bu kadar artması ve bunun önüne geçilememesi ne ile açıklanabilir? Tabanın sekülerleşmesi, gençlerin deizm çukuruna kayması, gelir dağılımındaki adaletsizlik… Yine ciddi eleştirilmesi gereken bir konu, diğer partilerden gelen yolsuzluk araştırma komisyonu kurulması önerisi Akp ve MHP tarafından reddediliyor. Peki neden? Kendinizden şüpheniz yoksa böylesi yararlı bir öneri neden reddedilir ki?*
Tüm bu saydıklarımıza ve bilhassa son 3-4 yıldaki iktisadî ve idârî çöküşe çözüm üretilememesine rağmen önümüzdeki seçimlerde muhalefetin kazanma ihtimalinin düşük olmasını net olarak bir lider eksikliğine yanısıra toplum tabanının Erdoğan’ın karakteristik heybetli  yapısına duyduğu gizli hayranlığa bağlıyorum.

Saygı ve hürmetlerimle…

* denmiştir ki: hırsızları bertaraf etmeyen hükümdar, kendisi kervan soyuyor demektir.
sadi şirazi

--
E-mail: [email protected] 
Twitter: @kadirturan_