“Ci”,  “Cu” eklemelerine oldum olası sevmedim.

Karşıyım…

Karşı oluşumuz, “Çarşı ruhlu” oluşumuzdandır.

Her ne kadar “Kadıköylü” olsak ta…

Bu girizgâhtan sonra gelelim başlığımıza…

Ülkemizde en çok sıkıntısını yaşadığımız konulardan biri “kavram kargaşası” dır. Hepimiz bir şeyler konuşuruz ama kavramlar üzerinde anlaşamadığımız için bir türlü sonuca varamayız. Zira kavramlar bizim için ortak bir dildir. Aynı dili konuşup, aynı kelimeleri ifade etseniz bile kavramlara ortak bir anlam yüklemediğiniz sürece sadece konuşuruz. Hâlbuki insanların konuşarak anlaşabilmeleri ancak konuştukları kavramlar üzerinde anlaşmaları ile mümkün.

“Tarihçi” kavramı da ortak bir tanıma ihtiyacı olan kelimelerden biri.

Öncelikli olarak bu kavrama, kelimeye hangi perspektiften bakacağız. Bunun üzerinde anlaşmamız gerekiyor.

Çok sayıda bakış açımız olmasına karşılık biz bu kavrama üç perspektiften bakacağız.

  1. Tarihi yazanlar
  2. Tarihi okuyanlar
  3. Tarihi konuşanlar

Tarihi yazanlar;

Tarihi yazanların üzerinde en büyük yükün ve vebalin olduğunu düşünüyorum. Tarih bilimi açısından değerlendirildiğinde tarihin vazgeçilmezi olan kaynak vurgusu yeterince yapılmalı. Tarihçieserlerini bir kaynağa dayandırmalıdır. Kaynaklar birinci elden ve ikinci elden kaynaklar olarak ikiye ayrılır. Birinci elden kaynaklar döneminden gelen kaynaklar. İkinci elden kaynaklarsa birinci elden kaynaklardan faydalanılarak yazılan kaynaklardır. Tarihçinin objektif davranabilmesi için kaynaklarının ortaya koyması ve düşüncelerini geri planda bırakması gerekiyor. Eğer tarihçi kendi görüşünü ön plana çıkarırsa içindeki siyasi düşüncesini ortaya koyar. Halbuki tarih yazanlar toplumun hafıza kayıtlarını yapanlardır. Görevleri bir nevi kayıt işlemidir.

Toplumun hafıza kaydına arşivlere aktaran, gelecek kuşaklara ulaştıran bu görevlilerde kendi içinde;

Genel bir yazım şekli ile bizzat o dönemi yaşayanlarınGÖRDÜKLERİNİ yazma şeklidir. Birçok tarih yazarı kendi bulunduğu, yaşadığı tarih koridorunu yazarak bize belge bırakırlar.

Bir başka görevli ise yaşadığı dönemi değil kendinden önceki yüzyıllarda yaşananları yani DUYDUKLARINI kaydetme şeklidir. Bu grup bir önceki yaşanılan tarihi kaydeder. Zaman zaman bu grubu tehdit eden anlatılanların sübjektifliği riski taşırlar.

Bizzat o dönemde tarihi olayların öznesini teşkil edenlerYAŞADIKLARINI kaydederler. Genelde hatıralar bu kategoriye girer. Bu tür tarih yazanların yazdıkları çaprazlama teyide ihtiyaç hisseder. Zira tarihi olayın “öznesi” hiçbir zaman tarafsız ve objektif olamaz. Değerlendirmelerinde hisleri biraz daha baskındır.

Dolayısıyla hatıralar kesin bilgi ve belge özelliğini taşımaz. Ama önemli ipuçları verir. Şayet aynı bilgi bir başka dönemin kayıtlarında teyidi varsa o bilgi ve belge tarihi özellik arz eder. Diğer iki tarihi kayıt tutanlara nazaran yaşadıklarını yazanların bilgileri daha detay ve ayrıntı taşır.

Genellikle bu tür tarihi kayıt altına alarak yazanların hayatta iken yazdıkları yayınlanmaz. Öldükten sonrada o tarihi olayın doğruluk teyidini almak sıkıntılı olabilmekte. Biraz tarihi olayları hayatta iken yazmak olayların seyri ve gelişimi ile ilgili yapılabilecek olan itirazları göğüslemek cesaretine bağlıdır…

Bir başka kategori, tarihi yazanları ikiye ayırır.

Birincisi “Resmi olmayan tarihi” yazan görevliler…

Mutlakıyet, Meşrutiyet dönemleri dikkate alındığında genel bir realite karşımıza çıkar.

Sadece ülkemiz için değil. Bulunduğu dönemde dönemini mutlak otoritenin hoşuna gitmeyecek şekilde yazmayı göze alabilenlerin en iyimserinden uzak diyarlara, ellerindeki tüm imkânlar alınmış, açlık ve sefalet, mahkûmiyet ve sürgüne razı olmaları gerekir. İlgilisine bir not; Gerçi bu uygulama tek partinin hâkim olduğu, adına Cumhuriyet denilen rejimlerde de –Kazım Karabekir’in hatıraları- rastlanılmakta.

Daha ileri safhası ise birçok Avrupa ülkesinde giyotinle en sevdiği canını, kellesini cellâtlara teslim, yâda kılıç darbesiyle kelle ile vücut bütünlüğünün bozulması eş değerdedir.

Dolayısıyla bu yol çok çetrefilli ve mayınlarla döşeli olduğundan yolcuları çok olmayan tehlikeli bir maceradır.

İkincisi “Resmi tarihi” yazan görevliler..

Yine Mutlakıyet, meşrutiyet dönemlerinde devletin arşivini tutan, günü gününe yazışmaları kaydeden, adına Osmanlıda “Vakanüist” denilen resmi görevliler vardır. Bunlar yazdıklarıyla arşiv mantığında bugünkü evrak-kayıt anlamın andıran bir sistem içinde çalışırlardı.

Nitekim Osmanlı tarihi arşivi bu yönüyle zengin tarihsel evrak bolluğuna sahiptir. O kadar boldur ki 1930’lu yıllarda Bulgaristan’a hurda kâğıt fiyatına resmi arşivi vagonlarla satabilecek kadar… Tabii daha sona Bulgaristan bu evraklar üzerinden kendi tarihini yazacaktı. Ne yazık ki yapılan harf inkılâbından sonra bugünün insanı değil tarihi arşivleri okuyabilecek kendi dedesinin mezar taşı, dedesinden kalan tapu kayıt tarihini bile okuyamayacak duruma getirildi.

Meşrutiyet ve sonrasında tek partinin hâkim olduğu süreçte de tarihi yazma hadisesi bitmemiş. Mevcut hâkim gücün istediği tarih yazılmıştır. Yani “ISMARLAMA” tarih..

Ülkemizdeki duruma bakacak olursak Üniversitelerin giderek daha özerk ve bağımsız olmasıyla paralel olarak son yıllarda tarih bölümlerinden ciddi anlamda tarihi yeniden yazma ama hepsinden öte tarihi kişiler, hâkim zihniyet ve ideolojiden bağımsız objektif bir bilim dalı olarak ele alma gayretleri artmıştır. Bu tarihi objektif, yanlı, sübjektif perspektiften her türlü kaygılardan uzak ilmi bakış açısıyla değerlendirme süreci bilginin hakim olacağı yüzyılımızda artarak devam edeceğine tüm kalbimle inanıyorum

Değerli HaberTire okuyucularına şunun müjdesini verebilirim, önünüzdeki yıllarda tarihi ezberlerimiz bozulacak. Çünkü arşivler üzerindeki hakim olan baskıcı, kapalı, tahakkümle milleti yönetmeye alışmış “TOPLUM MÜHENDİSLERİ” tekaüte ayrılıyor. Emeklilik işlemleri tamamlandı… Bilginize.

 

NOT: Diğer iki tarihi okuyanlar ve tarihi konuşanlarla ilgili değerlendirmemizi inşallah bir sonraki yazımızda sizlerle paylaşmak istiyorum…