Zaman akar, hayat devam eder. Bizse her an geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği günler yaşarız. Zamanın hızla geçtiği iyi anlarımız olduğu kadar, saatlerin akmadığı zorlu süreçlerimiz olur. Yaşanmışlıklar biriktiririz iyiliğe ve kötülüğe dair. Kırgınlıklarımız, hayal kırıklıklarımız, yılgınlıklarımız olur. Her yenilgimizde bir suçlu ararız. Eğer suçluyu arar bulursak, rahatlarız çünkü. Halbuki suçlu çoğu zaman başkasıdır, hayattır, kaderdir. Suçluyu ilan ettiğimiz an, artık sorumluluktan kurtulmuşuzdur. Hatasızlaşmışızdır, yüzleşmemize de gerek kalmaz. Yapmamız gereken yüzleşip ders çıkarmak iken, biz suçluyu ilan ederek en büyük sırrı çözmüş edasıyla daha da güçlendiğimizi sanırız. Gücün ne olduğunu fazlasıyla yanlış anlamışızdır. Suçluyu bulduk, ipleri kopardık, hayata küstük, kolay olanı yapıp kendimizce az yaralandık. Kazandığımızı sandık. Yara almadan, düşmeden, yenilmeden yolumuzu bulduk. Hata yapmış olabileceğimizin yükünden kurtulduğumuzu sandık, oysa yeni yükler edinmiştik.

Öylesine kolay mı ki yara almadan aşmak, zorlanmadan yolu bulmak?
Her yüzleşmeden es geçtiğimiz olayda, olay haline takılıp incelemeden geçtiğimiz her durumda, “neden?” diye sorguladığımızda, verdiğimiz tepkilerden çok, bize yöneltilen tehditlere takıldığımızda, yeniliyoruz. Güçlü olma şansını, “varsın gelsin hayat bildiği gibi” diyebilme özgürlüğünü kaçırıyoruz.

Yeniden yaralanabilir olmanın yolunu kendi ellerimizle açıp, her an acaba hangi duruma maruz kalacağız, hangi kötülükle karşılaşacağız, güvensizliği ile yaşıyoruz. Güvensizliğin tutsaklığına teslim oluyoruz. Korkmaya, korkarak yaşamaya, hatta yaşayamamaya başlıyoruz. 
Ve bir öfke sarıyor bizi…

Hayata karşı fazlasıyla güvensiz hissetmiş, korkmuş ve engellenmişizdir. Artık öfkemiz vardır.  İçimizde öyle güçlü yaşatırız ki onu, an gelir tüm dünyayı öfkemizle yok edebileceğimizi hissederiz. Hayat zaten adaletsizdir, hep de kötüler kazanır bu dünyada. Kızgınızdır tüm dünyaya, hayata, zamana. İçimizdeki öfke zarar verir; ama bulduğumuz suçluya değil, bize karşı olanlara, bizim mutsuzluğumuzu bekleyenlere de değil. Bize zarar verir; sevdiklerimize, yanımızdakilere, bize ait her şeye. Bulduğumuz suçluya biriktirdiğimiz öfkemiz, suçsuz gördüğümüz her şeye zarar verir.
Her gece başımızı yastığa koyduğumuzda, her kendimizle baş başa kaldığımızda; üstü kapatılmış, geçiştirilmiş yaralarımızın çaresizliğinin sesini duyar fakat duymazdan gelir, bir kez daha yeniliriz; canımız yanar. Öfkemizin ateşine bir yenilmişlik daha ekleriz.
Öfkemiz önce bizi yakar. Nefret edersek önce, nefret eden yara alır. Kötü duyguları taşımak ağırdır.

Bu yüzdendir ki; öfkenizin sesini duyun. Ne demek istediğini iyi anlayın. Öfkeniz sizin biriktirilmiş kızgınlıklarınızın ve kırgınlıklarınızın yardım çağrısıdır. Yaşanmışlıklarınızın, biriktirdiklerinizin patlamasıdır. Öfkeniz, saldırmanız için değildir. Sizi çok güçlü hissettirir ve bu yüzden öfkenizle her şeyi yenebileceğinizi sanırsınız, oysa öfkenizdir sizi yenen, siz sadece yenilmişsinizdir.  Yenmek için, öfkenize saldırmanız gerekmektedir.
 Öfkenizi ancak “neden?” diye sorguladığınızda, “bu durum benim hangi yarama dokunuyor?” diye düşündüğünüzde, mücadele ettiğinizde yenebilirsiniz.  Bazen yenmek için önce yenilmek,  yok edebilmek için önce varlığını kabullenmek gerekir. Bu yüzden öfkenizin altında birikenlerin sesine kulağınızı tıkamayın; aksine, o sese kulak verin.