İnsan kadar kainatta mükemmel yaratılan bir varlık yoktur. İnsanla alakalı her yeni bilgi bana heyecan veriyor. Felsefecilerin en çok önem verdiği, akıl bile İslam dinine göre insanın dimağ dediğimiz 7 mertebesinin sadece ilk 3’te yer almaktadır.
       Felsefeciler dahi yukarı mertebeleri hala literatürüne koyamamıştır. Öyle ise bu kadar cami olan insanı sadece aklın içine hapsetmekte doğru değil. Bu mertebeler iyi anlaşılabilirse insanın yapabileceklerine kendisi bile inanamayacaktır.
Daha iyi anlaşılabilmesi için her iki durumu da beraber vermeye çalışalım:
Bilgi mertebeleri sıra ile şunlardır: Tek başına o mertebelerden hasıl olanlar şunlardır:
1. Evvel tahayyül (hayalde canlandırma) olur, safsata (hezeyan, yalan kıyas) hasıl olur. Bütün fikir ve düşüncelerin ilk çıkış merkezi hayallerdir. Manalar hayallerde suret giyerler. Onun için hayallere vizyon vermek çok önemlidir.
     Bu yüzden gaye-i hayali olmayan insanların zihinleri “ENE” ye dönüşür. Zihin artık yapmayı değil, yapıyor gibi iddia etmeye başlar. Bu da sonuçta insanın kendisini yapacağı şeye adaması yerine herkesin kendisine hizmet etmeye mecburmuş gibi hissetmeye başlar.  Yani tamamıyla nefsani istek ve arzular olur. Kendilerinden başka, hırs ve isteklerinin dışında hiçbir şey kalmaz. Maddi ve manevi terakkinin kökü, temeli hayal gücüdür. Dolayısıyla hayaline bir amaç giydirmeyen bir insan veya öğrenci gücünü, istidatlarını, enerjisini kuvveden fiile çıkaramayacaktır. Yani o muhteşem yetenekler ölecektir. Bediüzzaman’ın (RA) tabiriyle hayal aşamasında kalan bir düşünce “safsata” ya dönüşür. İşte toplum hayatında ki, pek çok insan genellikle hayal mertebesine takılmış, miskin ve zillete düşmüş vaziyette ömür çürütürler. Bir başka ifadeyle de, değerli olan bilgilere, safsata olarak bakan bir dimağ, bilgi basamaklarını hiç çıkamamış demektir. İdrak edilemeyen, davranış haline dönüştürülemeyen durumlarda bu bilgi basamaklarına riayet etmenin ne kadar önemli olduğu açıktır. 
       Efendimiz (asm); “O gün herkes helâk olacak, âlimler müstesna, onlar da helâk olacak ilmiyle âmil olanlar müstesna, onlar da helâk olacak ihlaslı olanlar müstesna…"dediğine göre her halükarda bilmek, bildiklerimizi davranış haline dönüştürmek, bunu da ihlasla yapmak mecburiyetindeyiz. Öyleyse, diğer basamakların önemli olması yanında; bu ilk basamağın da binanın temelleri gibi değerlendirilmesi, ona önem verilmesi yanlış olmaz. Risale-i Nur'da kabir, hapishane ve hastanelerin ziyaret edilmesinin tavsiye edilmesi hep bu "tahayyül mertebesi"nin iyi tahakkuk etmesiyle alakalı olsa gerek.
2. Sonra tasavvur (tasarlama, zihinde şekillendirme) gelir, bîbehrelik (neticeden nasipsiz, mahrum) hasıl olur. Hayallerin tasavvur ile lâfızların kalıplarına girerek şekillenir. Yani görünür hale gelir. Bu aşama da kelime ve kalıpların dimağda teşekkül etmesi gerekir. Çünkü fikirler, düşünceler, projeler önce dimağda kelimelerle ve lâfızlarla ifade edilir. Tasavvur aşaması fikir ve binanın temellerinin ilk aşamasını oluşturur. İşte bu mertebede kalan bir adam öteye geçemeyen insanlar Bediüzzaman’ın (RA) ifadesiyle “bibehre” yani, “nasipsiz ve mahrum halde kalır. 
     İnsanın hayallerini ulvi, yüksek gayeler işgal etmez ise; zihin, enenin açılmayıp, ters kullanıldığı durumda olduğu gibi ters çalışır; tamamen kendi için değerli olanlarla ilgilenir. Bütün gücüyle kendine yönelir. Sahibini başka mecralara sürükler. 
      Gayesiz gençlerin internette chat yapmakla ömürlerini telef etmesini; derslerini çok rahat ihmal etmeye rağmen futbol takımlarının bütün teferruatını bütün incelikleriyle takip ederek onda fani olmalarını; hanesinde veya işlerindeki bir çok eksikliği halletmeyi hiç düşünmezken dünya futbolunu hayati bir mesele gibi en ön sırada takip eden bir çok perişan insan, hep bu hale örnek olarak gösterilebilir.
3. Sonra gelir taakkul, (akıl erdirme) bîtaraflık (tarafsızlık) hasıl olur. Akıl bir denetleyici gibi meseleyi net biçimde ortaya koyar. Ayrıca aklın, hikmetli olması, vahye ve onun bir başka ifadesi olan sünnete kulak vermesi, “HAKKI HAK BİLECEK” bir akıl olması; diğer basamaklarla onun değerlendirmelerinin desteklenmesi ve geliştirilmesi BSN.’ye göre zaruridir. 
     Yoksa, kendi başına ondan BÎTARAFLIK (tarafsızlık) hasıl olur. Tercih edemeyen, nötr kalan, tarafsızlık rolüne giren akılcılar, maalesef, kararlı olarak bir şeye yönelmeye ve bunu davranış olarak tezahür ettirmeye muvaffak olamazlar. Fakat, akla ait bu taakkul mertebesinin de diğer mertebelerle gelişmeye ihtiyacı olduğu gibi; diğer mertebelerin de bu safhaya ihtiyaçları zaruret derecesindedir…
4. Sonra tasdik (Doğrulama, onaylama) ediyor, iltizam, (sarılma, taraf tutma) hasıl olur. Yani ‘taakkul’ aşamasından süzülmüş ve özet haline gelmiş bilginin dimağda doğrulanma işidir. Dimağın, karar verme işlevini yerine getirmesidir. İnsanın sağlam bir duruş ve itikat elde etmesi için, düşüncenin sadece akla tastik ettirilmesi yeterli değildir. Nitekim hak ve hakikati tasdik edip, taraftar olmuş, fakat dinlerini, yaşantılarını, hayat görüşlerini değiştirmemiş insanların varlığı bir gerçektir. Dimağ, depoladığı müktesebatını artık dil aracılığı ile ifade eder. Bu ifade etmeyle insan, topladığı bilgilere sahiplenilmesini, dimağında yerleşmesini, kemal seviyede olmasa da benimsenmesini, tasdikini sağlar. Bu safha, zihnin tam huzur bulmasını temin edemez. Daha ziyade aklî bir tasdik sayılabilen bu safha da eksik bir bilgi seviyesidir. Kemalde değildir, nakıstır. Çünkü insanı idare eden en üst komutan akıl değildir.
      İşârâtü’l-İ’câz adlı eserde din-i hakkı ve Resulullah’ı (asm) çok doğru anlamış ve övgüyle bahseden bilim adamları aslında dimağın tasdik aşamasında kalıp, bir adım öteye gidememişlerdir. Prens Bismark, Mr. Carlyle, Prof. Edward Monte gibi.
5. Sonra iz'an (Basiret, kalb tasdiki, idrakli inanç) oluyor imtisal (yapışma, sarılma,uyma) hasıl olur. Yani aklın tasdikinden geçmiş hakikatlerin kalpte yer etmesi, kalbin onayına sunulması aşamasıdır. Artık kalp ve vicdan devreye girmiştir. 
       Bediüzzaman, Mektubat’ta, “İlimde iz’an-ı kalp olmazsa cehildir; iltizam başka, itikat başkadır” der.Yani insanın öğrendiği bilgiler kalbin tasdikini almazsa, sadece bir yığın hâline gelir. Hayat boyunca muhatap olunanlar birer şartlı refleks gibi insanı şekillendirir. Yaratıcının istediği hali en iyi ifade eden sünneti uygun olmayan bir yaşayışın sonunda kalp, zayıf ve hatta hasta olarak, birikimleri olan bilgilerle ilgilenmez. Belki de ilgilenemez; dolayısıyla da artık iz’an, gerçekleşemez. Belki münafıklığı bile bu merhaledeki anlatılanla açıklamak daha kolay olur. 
      Zihin, tasdik ve iz’an basamaklarını aşamayınca, tereddütler ve kararsızlıklar içinde bocalar durur. İstikrarsız davranışlar sergiler. Aşarsa huzur ve sükun gelir. Bilgi anlamındaki veriler şuura dönüşür. Maddi hayata kan basarak canlılığın devamını sağlayan kalp gibi, manevi hayatta da iz’anın temsilcisi olan kalp, insan hayatına, âdeta huzur, saadet, denge pompalar.
6. Sonra gelir iltizam, (Sarılma, taraf tutma) taassup (körcesine aşırı bağlılık) hasıl olur. Bu mesele ile ilgili olarak Bediüzzaman, “İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz’andır.” demiştir. İslâmiyet’i, sünnete uygun, tam anlamıyla yaşamak, yaşayabilmek; iltizamın en iyi bir tezahürüdür.
     Bu beş mertebe aşılmadan bu basamağa gelinirse, diğer mertebelerden birçoğunda olduğu gibi buradan da kötü sonuçlar çıkar; . Bediüzzaman’ın tabiriyle “TAASSUP (aşırı, ölçüsüz, ilmî tavırdan uzak bir bağlılık) hasıl olur. Meselâ radikal eğilimlerin hepsi, hoşgörüsüz ve insafsız yaklaşımlar, önyargılar, körükörüne taraftarlık, fanatizm, ırkçılık zihnin taassup aşamasında takıldığının bir göstergesidir
     İnsanda, bu tarzda, âdeta inançlarını tesir altına alan, artık “Yaşadığı gibi düşünmeye başlar” diyebileceğimiz bir müspet etki oluşur. İltizamla gelinen basamakta, insan bütün lâtifeleriyle, iltizamın gereği olanları yaparken, diliyle bunu ifade ederken, hisleri bunları tezahür ettirirken, âdeta şartlı reflekslerle vücudunda maddî ve manevî biyolojik saatler oluşur. Evet “Herkes müşahedatına tâbidir.” İltizam ettiği şeyler, onun davranışlarını, hatta karakterini oluşturur. Her şeyi oluşan halet-.i rûhiyyesine göre görür, algılar. İltizamıyla âdeta bütünleşir. 
7. Sonra itikad (samimi inanma) gelir, sâlâbet (dine uymada ciddiyet) hasıl olur. Dimağın son mertebesi ise, ‘itikat’tır. Yani, yakîn elde etmiş ve aksine ihtimal vermeyecek şekilde kuvvet bulmuş inanç halidir. İmanın belki de en çok kuvvet bulduğu haldir. Çünkü bu aşamadaki bir insan için artık bütün istidatları, hisleri, cihazatları hak ve hakikatten feyzlenir. Şuurlu bir hale gelir. Bu halin tezahüründen doğan durumu ise, Bediüzzaman, ‘salâbet’ yani sarsılmaz bir hal almak olarak tesbit eder. Artık dimağın bu son mertebesine gelmiş birisinin, kör taassup içinde olması ve kalbinde batılın yer alması mümkün değildir.
      Bu merhaledeki insan, Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “Vazife, denince arkasına hiç bakmadan öne çıkıp vazifeye talip olur.” Düşünmeden, başkalarının vazifeye talip olup olmayacaklarına bakmadan, nefsinde bir çok mazeretler üretmeden hemen vazifeye talip olur.
    Hz. Ebubekir (ra)’in, Miraç konusunda ASM.’ın söyledikleriyle ilgili olarak hiç düşünmeden, tetkik etmeden, âdeta refleks olarak: ”O söylemişse öyledir, ben O’nunla ilgili olarak daha ötelerine de inanıyorum.” mânâsında ifadeler kullanması, bu mânânın en güzel tezahürüdür denebilir. Fakat, bizler, çok delillere rağmen hâlâ tereddütler içindeysek, galiba biraz korkmamız lazım geldiğinin de farkında olmalıyız.
       Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayal eder. Hayal hakikate uygun olmazsa bundan “Safsata” çıkar. Sonra tasavvur etmeye başlar. Tasavvurdan taakkul mertebesine geçmezse “bi-behre” olur, yani nasipsiz kalır. Taakkul mertebesinde düşündüğü aklettiği şeylerde “bi-taraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakikati bulmaktan uzaklaşmasın. Sonra gerçeği bulunca onu tasdik eder. Tasdik de “iltizamı” gerekli kılar. Sonra benimser. Bir şeyi benimsemek onu iltizam etmeyi, taraftar olup savunmayı netice verir. Şayet bu savunma körü körüne olursa, yani “Muktezay-ı hali bilmeden ve nazariyatın tatbikatında hataya düşmeden” olursa makbuldür. Aksi taktirde “taassuba” saplanır. Taassub saplanmadan gerçekleri görerek ve olayları doğru yorumlayarak inancını güçlendirir ve savunursa bunda “Salabet” ve devamında “İstikamet” ortaya çıkar. İstikameti bulan kurtulur.