Geldi, gelecek derken işte yeni bir öğretim yılı daha başlıyor. Eminim ki bu öğretim yılı da göz açıp kapayıncaya kadar geçecek. Önemli olan yeni öğretim yılına sorunsuz girmek. Ama nerede? Bu gidişle hiç göremeyeceğiz. Okullar bugün açılıyor, öğretmen atamaları için tercihler hafta içinde sona erecek. Eğitim ile ilgisi olmayanları bu işlerin başına getirirseniz olacağı bu. Tıpkı Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi. 2. Meşrutiyet döneminde iki kez Maarif Nezareti(Milli Eğitim Bakanlığı) görevine getirilen Emrullah Efendi’nin şaka amacıyla söylediği “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” sözü hala unutulmadı. Ama bu ülkede Hamdullah Suphi, Şükrü Saraçoğlu, Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel gibi değerli Milli Eğitim Bakanları da görev yaptı.

 Neyse ne kadar yazsak boş. Yılların nasıl hızlı gelip geçtiğini görmek için geriye dönüp bakınca önemli olan geride güzel bir isim bırakmaktır. En önemlisi de kendimiz için. Çünkü siz yoksanız, gerisi boş. Bugün çarpıcı, düşündüren birkaç öyküyü sizlerle paylaşmak istiyorum.

KİŞİLİĞİNİZ YOKSA ÖBÜRLERİ HİÇTİR

Öğretmen, tebeşirle tahtaya kocaman bir 1 rakamı yazıyor. “Bakın” diyor. “Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey.” Sonra 1’in yanına bir 0 koyuyor. “Bu da başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)’i (10) yapar”. Sonra bir 0 daha. “Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz” Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor. Yetenek... Disiplin... Sevgi...

Eklenen her yeni 0’ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatır öğretmen. Sonra eline silgiyi alıp en baştaki 1’i siler. Geriye bir sürü sıfır kalır. Ve hoca yorumu patlatır: “Kişiliğiniz yoksa öbürleri hiçtir.”

BİR HAYAT TECRÜBESİ

Bir lise öğretmeni, günün birinde öğrencilerine bir teklifte bulunur. “Bir hayat tecrübesi yaşamak ister misiniz?” Öğrenciler çok sevdikleri öğretmenin bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.  “O zaman” der “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin.” Öğrenciler “Tamam” der.  “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın bir plastik torba ve beş kilo patates getireceksiniz.” Öğrenciler bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıraları üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır.

Kendisine merak içinde bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bu güne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.” Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilere ikinci açıklamayı yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yatığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde. Hep yanınızda olacaklar.”

Aradan bir hafta geçer. Öğretmen sınıfa girince denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı.” “Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bize artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk...”

Öğretmen gülümseyerek: “Görüyorsunuz, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir lütuf olarak düşünüyoruz, Oysa affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.” der.

ANTİK ÇAĞDAN BİR EŞEK ÖYKÜSÜ‏

2600 yıl önce Frigya'da yaşayan ünlü Esop'tan güncelliğini yitirmeyen bir öykü. Üç kafadar hayvan, bir inek, bir beygir ve bir eşek, dünyayı gezmeye, insanları tanımaya, ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra aynı yerde buluşmaya karar verir. Her biri başka yöne gider. Aradan üç yıl geçer, buluşma yerine önce inek ve beygir gelir. İkisi de perişan halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür. Beygir merakla sorar: “Nedir bu halin inek kardeş?” İnek içini çekerek anlatır: “Sorma. Bu insanlar çok merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Bir fırsatını bulup kaçtım, Canımı zor kurtardım.” Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: “Ah, sorma. Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Yük taşıttılar. Gece zincirle bağladılar. Uzun süre koca bir arabayı çektim. Daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.
Az sonra uzaktan eşek görünür. Islık çala çala, hoplaya zıplaya gelir. Hayli neşeli, çok mutludur. Üstelik şişmanlamış, tüyleri pırıl pırıl, gözlerinin içi gülmekte. İnek ile beygir şaşırır, “Bu ne hal? Anlat noldu?

Eşek keyifle anlatmaya başlar: “Sizden ayrılınca uzakta bir ülkeye vardım. Birisi yüksekçe bir yere çıkmış bağırıyordu. O bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de başka bir yerde aynı şeyi yaptım, sesimi bilirsiniz, yeri göğü ünletirim. Sesimi duyan yanıma koştu, çevrem insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim” “E, sonra ne oldu?” “Ne olacak beni başkan seçtiler!” “Deme yahu. Sen insanlara başkan mı oldun?
'Evet. Sonra bir şey yapmama gerek kalmadı. Çünkü  bağırdıkça onlar Seninle gurur duyuyoruz! deyip alkışladılar. Ben de yedim-bağırdım, yedim-bağırdım!” “Peki, bu insanlar eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?” “DOĞRUSU BAZILARI ANLADI AMA ŞANSIMDAN DİĞERLERİNE ANLATAMADILAR.

Saygılarımla, hoşça kalın.