Okula yeni gelen yatılı öğrenciler için en büyük şok, sabahları erken kalkmaktır. Orta üçü bitirip, girdikleri sınavdan başarıyla çıkan çocuklar, yaz tatilini hak ettiklerini düşünürler. Yaz tatili geçmiş, başarılı bir sınavdan sonra yeni okula kayıt yaptırmış ve buranın tadını çıkarmak için gelmiş dokuzuncu sınıflar…

Sabahın altı buçuğunda kalkmak onların ifadesiyle sabahın körüdür. Sabahın köründe kalkan bu öğrenciler gözlerini ovuştura ovuştura etüde giderler, çok istekli olmazlar ama artık geldikleri yeni okulda onların çok istekli olup olmadıklarını kimse dinlemez.  Gece nöbetini devreden öğretmen gelmeyenleri yok yazar; yok yazılan bu öğrenciler için artık sorgu mesainin başlamasıyla hızlanır.

Neredeydin? Niye etüde girmedin? Burası babanın çiftliği mi? Beş yıldızlı otele tatile mi geldin gibi etüde girilmediği zaman sorulan sorular…

 Yine böyle normal çalışma günlerinden biriydi. Okula geldim ve nöbet dosyasını incelemeye başladım. Etüde girmeyenler vardı, nöbetçi öğrenciye bunları çağırttım, gelen öğrencilere niçin etüde girmediklerini sordum. Bu sorulara herkes kendine göre değişik cevaplar verirken öğrencinin bir tanesi hiç cevap vermiyor, sadece önüne bakıyor ve başını kaldırmıyor. Cevaplarını verenler, mazeretini beyan edenler imzasını atıp gidiyor ve o anlık kurtulmanın sevinciyle odayı terk ediyorlar. Zeki öğrenciler için o anki tablonun bir an önce bitmesi önemlidir, alacakları ceza fazla umurlarında olmaz, zaten cezayı umursayanlar etüdü aksatmaz; çünkü çoğunluğu çalışmayı seven ve hedefi olan öğrencilerdir.
Bütün öğrenciler çıktıktan sonra kalktım ve hiç yüzüme bakmayan Alp Buğra’nın yanına yaklaştım, şöyle ensesini hafifçe sıktım, başını yukarı doğru kaldırdım, göz göze geldik. Gözlerinin içine bakınca içimde bir fırtına koptu. Belli ki bu da uzaktan gelmiş, okula uyum sağlayamamış zavallı bir ana kuzusuydu, öğrencilerin yaygın, kendi aralarında buldukları ifadesiyle çöm. Çöm, çömezin kısaltılmışı, yani yeni gelen, okulun işleyişini kavrayamamış acemi öğrenci demek.
Alp Buğra’nın bir sıkıntısı vardı, bu durumun normal olmadığını yılların verdiği tecrübeyle anlamıştım; çünkü boynu kaskatıydı. Zavallı gurbet çocuğu..! Nasıl dayansın bu kadar zorluğa? Kimse gecenin nasıl geçtiğini bilmez. Uyuyabildi mi uyuyamadı mı? Gece kaçta yattı bilinmez; belki de arkadaşlarıyla muhabbet uzun sürdü, hiç uyumadı. Kimse bu hengamede onun söyleyeceği bu ve buna benzer zırvaları(!) dinlemez ki. Okul bir kurtlar sofrası, Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş öğrencilerin hepsi rekabet içinde. Alp Buğra da bu ortamda ayakta kalmak zorunda. Tüm öğrenciler ister istemez kendilerini o yarışın içinde buluyorlar. 

Alp Buğra’nın daha da yanına yaklaştım: Oğlum sen buraya gelmişsin, kazanıp geldiğine göre özelliği olan bir öğrencisin, önceki günlerde de etütlere girmediğin oldu, sen normalde başarılısın, birçok zorluğu yenerek buraya geldin, seninle birlikte gelen arkadaşların uyum sürecini tamamlayarak düzenli ders çalışıyorlar, senin bu durumun neyin nesi dediğimde; mahcup, gözü yaşlı, o titrek sesli Alp Buğra’nın sözleri hala içimde bir kan pıhtısı gibi oturur: Dün  AYRILDILAR Hocam!

Alp Buğra’nın sıkıntısını, etütlere girmeyişinin nedenini anlamıştım.

Cenap Şehabettin’in şu sözü zihnimde canlandı: Sağanak altında gülenle ağlayan pek fark edilmez…