Çok geziyorum, gezmeyi seviyorum diye konuşup dururum. Gelin görün ki ünlü möble üreticisi ve satıcısı IKEA ya hayatımda ilk kez uğradım. Bu konudaki bazı izlenimlerimi aktarmak isterim. Kapıdan giriyorsunuz ve bambaşka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi.  Görmek isteyene bir sürü ders veriyor burası. Pazarlama anlayışım, mağazacılık, maliyet giderleri, personel, ürün sunumu vb. konularda düşüncelerim değişti. Görmek isteyene çok şey var, göremeyenler için misket köfteden ötesi değil. Dilim döndüğünce özetlemeye, izah etmeye çalışayım. Öncelikle benzeri diğer mağazalarda olduğu gibi satılmak istenen ürünler ruhsuz birer paketin içinde alıcısını beklemiyor. Vitrin olduğunu bildiğiniz mutfak tezgahından alıyorsunuz yumurta çırpıcıyı veyahut su şişesini. Köşesinde küçücük fiyat etiketi. Sarı ışık tonları hakim. Hani aylık geliriniz beş yüz lira olsa bile orada artık kralsınız. Kendinizi, bahçesinde yeşil çimenlerin uzandığı, iki katlı villanızda krep yaparken düşünebilirsiniz. Hissedebilirsiniz. Adamlar zaten bunu hissettiriyor. Ve haliyle ne olduğu önemli olmasa da o tezgahtan bir şey alıyorsunuz. O düşten koparabildiğiniz bir parça olarak. Sonra salona doğru ilerliyorsunuz. Sanayi bakanlığımızın muhtemelen 3-5-7 sene kullanım ömrü biçtiği ve IKEA nın 10 yıl garanti etiketi iliştirdiği koltuklara oturuyorsunuz. Yakınınızda yörenizde bakışlarıyla sizi taciz eden görevliler yok. Orada ayaklarınızı uzatıp uyusanız, “hemşerim hoop” diye dürtülmezsiniz eminim. Yaşıyorsunuz ürünü. Alayım bari diyorsunuz, hem garanti süresine hem de çok da astronomik olmayan fiyatına bakarak.  Çünkü ürün bedeninize iyi geliyor, ortam ruhunuza…  Mağazanın yapısı gereği de mecburen değişik bölümlerden geçiyorsunuz çıkışa varana dek.  Kocaman alanda niye koridor var. O koridorda aynalı sehpa,  çekmeceli dolap filan niye duruyor. Ev, yuva hissinin devamı için tabiî ki de.  Kısıkköy’de on liraya yüzüne bakmadığınız sandalyenin önünde durup inceliyorsunuz. Çünkü, üstünde tasarımcısının portre tadında fotoğrafı ve özelliklerinin asılı olduğu bir pano var. Sanki o eleman o sandalyeyi Aziz için hususi imâl etmiş. Alıyorsunuz!  Çocuklar için düzenlenmiş kısımda ise gök kuşağının renkleri hakim.  Orada da aynı düşünce var. Kurcalamana izin veriyorlar üstadım.  “Kurcala kardeşim. Hoşuna giderse al. En kötü ihtimal almazsın, ama kurcalarsan alma ihtimalin her zaman var. Aklında kalırız” diyorlar! Personel ise öyle karınca kadar çok değil. Çoksa da görmüyorsunuz. Zira az önce bahsettiğim nedenlerden görmüyorsunuz. Kıyafetleri en ucuz tekstil firmasına üç kuruşa yaptırılmış gibi durmuyor. Kaliteli, gözü okşuyor. Bu da hem personele hem müşteriye kendini iyi hissettiriyor. Personel “ben özelim”, müşteri de böyle bir personel ile diyalog halinde olduğu için “özelim” diyor. Derken bir den karşınıza köfte resmi çıkıyor, muhteşem sosuyla. Fiyatı 5.99 TL. Eşimden duydum fiyatı on senedir değişmemiş. Bir yemek molası verelim diyorsunuz. Alıp tepsiyi elinize yiyeceklerin önünden geçiyorsunuz. Fiyatlar makul. İster istemez teşekkürler, rica ederim ler havada uçuşuyor! Köfteyi tabağınıza koyuyorlar sosunu balerin gibi dökebilecekken paat diye koyup kendinizi hapishanedeymişsiniz gibi hissettiriyorlar.  Başka bir işyerinde sigortasının bile yattığından emin olamayan bu çalışan buranın kıymetini bilmiyor. Neyse ki bilenler de var, rüya devam ediyor. Yuvarlak bar gibi dizayn edilen masa dikkatimi çekiyor. Anne baba orada yemeğini yerken, çocuğu hemen gözünün önünde iç kısımda kocaman peluş ayıcıkla oynuyor. İncele incele, yaşa yaşa bitmiyor ortam.  Aynı sektörde olmamama rağmen  İsveç kökenli bu firmanın bu kaliteyi nasıl yakaladığını düşünmeden edemiyorum. Onu taklit eden, demonte ürün satan bazı firmalar ise internet üzerinden aldığımız dolabı, masayı bile adam gibi paketleyemiyor halâ. Kargodan çıkan ürününüzün köşeleri paramparça. Montaj kılavuzunu bir matbaaya bastırabilecekken yüz bininci fotokopi kopyasını gönderiyorlar çamur gibi. Konu dağıldı toparlayayım. 


Amacım burada bir markayı savunmak, ona yalakalık yapmak, yabancılara hayranlık beslemek filan değil. Ama derler ya yiğidi öldür hakkını ver diye. O hesap. Kaliteyi, sunumu, anlayışı, işleyişi takdir ediyor aynı şeyleri Türk firmalarından da bekliyorum. Zaman zaman kendim de dahil olmak üzere sürekli ceddimiz Osmanlı dan bahsederiz. Zaferlerinden,  Avrupa’yı titrettiğinden bahsederiz. 7 kıtada at koşturmuşuz. Eyvallah.  Tarihi biz yazdık. Ama ne yazık ki bu kafayla tarihte kalacağız. İlime, bilime, teknolojiye, yeniliğe, icada, mucide, adalete, dürüstlüğe önem vermedikçe tarihte kalacağız. Yoksa öyle Diriliş Ertuğrul’la, Muhteşem Yüzyıl’la filan olmuyor bu işler dostlar… İçinde bulunduğumuz zamanın yeniliğini ve gerekliliğini yakalamak zorundayız. Sürç-i lisan ettiysek affola. Saygılarımla…