Mevsimlerin en merhametlisi olmasa da kış; evin mevsimi, sarılmanın sarmanın, uzun çayların, derinlemesine yemeklerin…Karşılaşmaların değil, buluşmaların…Sıcak olan herşeye neşeyle yönelmenin, böylece beraber ılımanın mevsimidir kış…Sokakta kalana bakmanın, yüreğini onunla sarmanın, sıcacık bir tas çorbanı bölüşmenin,  aç susuz kalan sokak hayvanlarına kucak açmanın mevsimidir kış…Sırtına aldığın montun, ayağındaki botun değerini bilmektir kış...
                    Elini sevdiğinin elinde ısıtmanın, sıcacık salebin, soba üstünde kestanenin, bacası tüten evlerin mevsimidir kış… “Üşüteceksin iyi sarın” diyen annelerin,  inatla fanila giymeden evden kaçan çocukların, Booozaaacı Mehmet Amcanın mevsimidir kış…Kartopu oynayanların, kardan adam yapmak için evdeki nevaleyi havucundan zeytinine bahçeye taşıyanların mevsimidir kış…Çocuklarını karda yuvarlayanların, buzda düşüp çanağını kıranların, altına torba alıp yokuş aşağı kayanların mevsimidir kış… Ertesi gün üşütüp sıcak su torbasıyla gezenlerin, ıhlamura talim edenlerin mevsimidir kış…
           KARA KIŞA EŞLİK EDECEK, SICACIK, PARÇA ETLİ, BOL SARIMSAKLI PATLICAN YEMEĞİ… 
 

  Bu yemeği dedemden öğrendim desem; evet, doğru duydunuz dedemden.
DİKKAT ET SERÇEM, PARMAKLARINI YEME!!!
  Küçüklüğümde oyun olmuştu bizim için; anneanemlerin Zile’deki evlerine gider, arabayı biraz ileri parkeder, annemle babam önden gider, kapıyı çalar…
“Nilay yok anneannesi gelmedi o, evde kaldı”
Anneannem, inanılmaz bir oyunculukla herseferinde “aaa tüh!!! insan getirmez mi benim altın kalpli kızımı, minik serçemi!!!” diye vahlanır. Oscar’a aday bir oyuncu edasıyla kapının bir sağında bir solunda salınır, tam içeriye girecekken ben koşarak saklandığım yerden çıkar, küçücük bedenimle öyle bir atlardım ki üzerine, gören yıllarca ayırmışlar da hasretimizden kavrulmuşuz sanır…
  Artık derin izler kazanmış, her çizgiye bir anı, bir kahkaha, bir gözyaşı sığdırmış anneannemin yanaklarından öpmelere doyamazdım…
Onun öyle bir kokusu vardı ki! İçten, sıcacık...İnsanı yüreğine basarcasına samimi...Gözlerinin kenarında hep bir ışık ki nasıl!!! İnsanı sararcasına...
  Eve girince kurulmuş masa bizi karşılar, gümbür gümbür soba yanar, üstünde çay suyu hazır...Bir tarafında; kuzu kestane açılmaya az kalmış, çayın yanına ikramlık, mis gibi...Küçük bir köşesinde illa bıçakla kare kare kesilmiş portakal kabukları, oda parfümünün en doğalı… Bu kokunun yanında şimdi reklamlarda boy boy görünenlere sadece gülerim...
Soframızın baş tacı ise her daim parça etli patlıcan yemeği...Annemin her seferinde ekmeğini çatala tak da batır şu yemeğe, ihtarlarına karşı inanılmaz baştan çıkarıcı...Yanında yeni kurulmuş sirkeli biber turşusu…Zile’ye her varışımızın ilk gün yemeği oldu; onlar unutsa da zaman içinde biz ister olduk...
  Anneannemin vefatıyla ev boşaldı, kokusu değişti sanki...Dedem, “evimden ayrılmam” dedi… Aynı sıcaklığı bize hep yaşatsa da kabimizin bir yanı hep yarım kaldı hep biraz eksik...
Dedem bizim geleneğimizi hiiiç ama hiç bozmadı; yalnız yaktı sobasını, yalnız demleyip koydu çayını, portakal kabuklarını da kesip koydu sobanın üstüne... Tam kare olmasa da biricik karısının kokusunu hep taşıdı yanında...Patlıcan yemeğimiz sofrada baş köşede yerini ilk gittiğimiz gün hep aldı...Dedeme hiç yapmadık o şakayı çünkü o hepimizi tam gormeyi severdi karşısında... Titreyen elini uzatır, içindeki heyecan yeşil gözlerine vurmuş, yakışıklı çarpık gülümsemesi dudağında... “Hoşgeldin serçem hoşgeldin evime, istediğin gibi yemeğin hazır, dikkat et serçem parmaklarını yeme...”
Kaybedince değil, her zaman büyüklerimizin kıymetinin farkında olabilmek dileğiyle… 


PASTA TADINDA HAFTALAR DİLERİM…