Çocukluk dönemi, aslında hayatımızın tüm kodlarının içinde yer aldığı, tam anlamıyla bir kara kutudur. Biliyorum birçok kişi bu karakutu tanımlamasını hoş karşılamayacaktır. Ancak konuyu özetleyen bu kelimeden de daha mükemmel bir kelime, belki “fihriste” olabilir. İster “fihriste” ister “karakutu” tanımlamasını kullanalım değişmeyen tek bir şey var bizim hayatımızın en büyük mimari projeleri kader programının alemi gayptan, şehadet alemine çıkışıyla birlikte şekillenme süreci çocukluğumuzda tamamlanıyor. Bilimsel olarak 0-72 aylık dönem genel hatlarıyla karakter yapımızı oluşturan süreçtir. Bu süreçte bizim kimliğimiz, karakterimiz şekil olarak (anne-baba ve çevremiz dediğimiz okul, mahalle, sosyal alanda) genel hatları belirleniyor.


Bu genel kabulden sonra kendi çocukluğum mutlu, sakin, tarihi-kültürel bir çevrede şekillendi diyebilirim. Bu yönüyle ben biraz şanslı bir çocukluk dönemi geçirdim. Mahallede akranlarımla sırtımdaki fanilanın sırıl sıklam olduğu ana kadar top oynadım, çember çevirdim. Mahalle aidiyetiyle, takım ruhunu yaşadım. Zaman zaman çocukça kavgalar yaşadım. Bazen ayaklarım yerden kesildi sevinçten, bazen arkadaşlarımın üzüntüsüne ortak oldum. Onlarla ağladım, onlarla üzüldüm. Uzun yaz günlerinde karnım acıktığında haftanın bir günü evin bahçesindeki tandır ocağında pişen nohut mayalı ekmeğim üzerine salça sürülmüş vaziyette, diğer elimde taze soğanı ısırmanın hazzını yaşadım. Mahalleye gelen macuncudan harçlığımı uzatıp aldığım tahta yöresel bir bitki olan hayıt bitkisinin mis gibi kokan sarılı macunu büyük bir keyifle yedim. Harçlık istihkakımı çok aştığımda mahalleye gelen alttan çevirme kollu pamuk helvacısının tezgâhındaki bu kolu suratım kıpkırmızı olana kadar çevirip el emeğimin karşılığı aldığım o pamuk helvalarının tadını unutamam.

Misketlerin ağırlığından iki günde bir yırtılan pantolon ceplerim. Annemin her seferinde bana sitem ettiği benim o rengarenk oyunda kazandığım misketlerim ile kaybettiğim andaki hüznümü hiç unutmam.

Uzun kış gecelerinde televizyonun olmadığı o yıllarda her akşam mahallede bir evde toplanıp yapılan uzun sohbetleri, ayrıca mahallemizin masalcı ninesinin anlattığı masallar bu gün bile benim hayal dünyamı süsleyen belki de ilk edebi tecrübelerimdi. Her seferinde bize naz yapan ak saçları zaman zaman üstünden baktığı gözlüğü ile sevimli Hacer teyze çocukluğumun en güzel anılarıydı. Anlattığı her masaldan sonra bir tane daha anlatsın diye nasıl yalvarırdık. O da bizi çok sevmesine karşılık nazlanır dururdu. Hemen içimizden biri Hacer teyzeye rüşvet teklif ederdi. Çocukça, masum rüşvetler türünden. “Bakkaldan ekmeğini almak”, “bahçesini sulamak”, yada “büyümüş güllerinin altındaki otları temizlemek” gibi.. Her seferinde Hacer teyze bizi kırmaz masalını “bakın çocuklar bu son olsun ha” diye başlardı.

O gün sokakta birbirimizi incitmişsek hemen mahallede herkesin çekindiği saygı duyduğu Hatice ana devreye girer bizim çocukça yaptığımız kaprislerimize “siz kardeşsiniz, kardeşler arasında kırgınlık olmaz. Bir daha görmeyeyim hadi barışın der” bir köşede somurtarak oturan bizler istemeye istemeye kalkar zoraki kucaklaşırdık. Ama gecenin sonunda her şeyi unutur, kestanelerimizi yedikten mısırlarımızın tadına baktıktan sonra sarmaş dolaş çıkardık. Hiçbir şey olmamış gibi.

Toplum olarak o yıllar mahallenin hayatın merkezinde olduğu yıllardı.. İnsanlar hayatı hızlı değil, sindire sindire yaşarlardı. Mahallenin görünmeyen bir otorite gücü her zaman kendini, hissettirirdi. Bugün sıkça karşılaşılan “Mahalle baskısı” aslında o yıllarda mahallenin toplumsal uzlaşı metni gibiydi. Mahalle bakkalı adeta mahallenin görünen ve görünmeyen asayişinin teminatı, sigortasıydı. Hemen herkesin durumunu bilir. Kimsenin haberi olmadan mahalledeki ihtiyaç sahiplerini rencide etmeyen bir orta yolla onları korur kollardı. Mahallenin yeni yetme genç ve delikanlıların üzerinde sürekli çaktırmadan denetimini yapar. Uygunsuz davranışlarında onları ya kendisine yada babasını uygun bir dille uyararak düzeltme yoluna giderdi.
O günkü toplumla ilgili söylenecek önemli noktalardan biri, toplum iki hayatı ıskalamadan yaşamayı o günün toplumu becerebilmişti.