Sosyal demokrat görüşe sahip olduğum açıkça ortada. Vatanını, halkını seven, herkese değer veren bir kişiliğim var. Halkçı, laik, cumhuriyetçi, yeniliklere açık, Atatürk milliyetçiliğini sonuna dek savunan, aynı zamanda gerçek Müslümanlığa inanan dindar biriyim. Öğretmenlik yaşamımda öğrencilerime, yazılarımda halkıma hep doğruluğu, dürüstlüğü, yalan söylememeyi, çıkarcı ve bencil olmamayı, ahlaklı olmayı sürekli anlatmaya çalıştım. Sağ olsunlar öğrencilerim beni mahcup etmedi. Onlarla her zaman gurur duyuyorum. Ancak okurlarımın çok az bir bölümü bana karşı çıktı. Beni dinsizlikle suçladı. Önemli değil, din ile imanın kimde olduğunu Allah bilir. Ben hem Müslüman’ım deyip, hem de dini çıkarları için kullanan, haksızlıklara alkış tutan biri asla olmadım, olmam da.

Biz nerede yanlış yaptık, neden Anadolu’nun gerçek sahibi köylü halkımıza kendimizi anlatamadık? O anda Atatürk’ün bir anısı geldi aklıma. 1931 yılı. Atatürk Aydın Türk Ocağını ziyaret eder. Ocak Başkanı üyeleriyle Atatürk’ü karşılar. Atatürk gençlere “Sağlık, sosyal, kültürel ve tarım alanlarında köylüyü aydınlatacak ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Bir programınız var mı?” diye sorunca bir genç “Paşam, paramız ve aracımız olmadığı için köylere gidemiyoruz.” diye cevap verir. Atatürk’ün canı sıkılır, sertçe “Siz gidemiyorsunuz ama bir sürü yobaz, ayağına çarığı çektiği gibi, sırtında torbasıyla karanfil vs. satıyorum diye devrimi köstekleyen yayınlarla köyleri adım, adım dolaşıyor. Sizin bu uğurda en küçük tedbiriniz yok.”

Evet, biz hiç tedbir almadık. Atatürk döneminde açılan, köylüyü aydınlatan, modernleştiren tarım, kültür, sanat, marangozluk ve daha nice dallarda eğiten Köy Enstitüleri halkın gözü açılmasın diye kapatılınca bu kesimi kaderlerine terk ettik, Oralara gitmeye üşendik. Fakirlikleri ile birlikte köylerine hapsedip onları bankaların, tefecilerin eline teslim ettik. Ama yobazlar ayaklarına çarıklarını çektiler. “M. Kemal dinsizdir, Kemalistler din düşmanıdır” diye beyinlerini yıkadılar. Biz dinlenmedeydik. Bizi kötülemeye devam ettiler. Değerli öğretmenim, büyüğüm Yılmaz Göçmen bir anısını paylaşmıştı. Sayın Göçmen yanlışım varsa düzeltsin. Hatırladığım kadarı ile bir Ramazan ayında CHP’li 2 arkadaşı ile Ankara’ya gitmişler. İktidardaki partinin bir milletvekilini ziyaret etmişler. Vekil “Ne içersiniz?” demiş. Bizimkiler “Niyetliyiz” deyip teşekkür etmişler. Oruçlu olmayan vekilin sözleri ilginç. “Ağzınızla kuş tutsanız siz değil, biz Müslüman’ız.” İşte bu olay her şeyi çok güzel anlatıyor. Biz kendimizi anlatamadık.

Şehirler büyüyüp modernleşirken köyler fakirleşti. Köyden şehre, aş ve iş kaygısıyla göç başladı. Gecekondular ortaya çıktı. Onlar bu gecekondulardan bizi biraz kıskançlık, biraz hayranlıkla izlerken biz onları görmezden geldik. Ama karşı devrimciler asla boş durmadı. Ellerinde bir paket kahve, şeker ile tüm gecekondu mahallelerini üşenmeden, kapılarını tek tek çalarak dolaştı, cenazelerine katıldı, düğünlerinde birlikte oldular.  Ellerindeki en büyük silahı dini, Allah korkusunu kullandılar. Onların da önceleri paraları yoktu. Kadınlar ordusu kurdular. Cemaat ve tarikatları arkalarına aldılar, yurtlar yaptılar, zeki fakat fakir çocukları bu yurtlarda toplayarak, Türkiye’nin geleceğine kelepçe vurdular. Hastanelerde nöbet tutup hastaların yardımına koştular ve “Filanca partinin gençlik koluyuz, ne zaman ihtiyacınız olursa bizi arayın” deyip kartlarını uzattılar. Bizse halkın cahilliğinden yakındık. O salondan diğerine koştuk, konferanslar dinledik. Seçim zamanı boyalı saçlarımız, makyajlı yüzlerimiz, takım elbiselerimizle çaldık kapılarını. Oy istedik. Gençlerimizi bu konuda örgütleyemedik. Kahve köşelerinden kurtaramadık.

Birçok dinci örgütler, iş adamları(!) ortaya çıktı. Dindar halkımızı dolandırdı. “Dolandırılmasaydılar, oh olsun,” deyip arkamızı döndük. Doğu’daki insanlarımızı toprak ağalarının insafına bıraktık. Üniversiteyi bitiren çocuklarımızı Güneydoğu’ya göndermemek için az mı çaba sarf ettik. Hani halkçılığımız? Onlar eğitimsiz, sadakaya, bir kilo pirince, nohuda muhtaç hale getirilmişse suç yalnız onların mı?

Yine bir yazarın anısı. 1955-56’lı yıllar. Günlerden 10 Kasım. Kapı çalınır. Komşuları Kadın Ana’nın kızı helva getirmiş. Yazarın annesi “Hayırdır?” der. Kızcağız “Sarı Paşa’nın ölüm yıl dönümü. Ninem hatim indirdi, Yasin-i Şerif okuyarak helva kardı. Siz de Sarı Paşa’nın ruhuna Fatiha okuyun” deyip gider. Kadın Ana çok sayılan ve sevilen, Bağımsızlık Savaşı’nda erini bu topraklar için şehit vermiş, iki bebesini tek başına okutmuş yaşlı bir kadıncağızmış. Dini bütün, namazında, niyazındaymış. “Gel, Kadın Ana seçimlerde DP’ye oy ver” diyenlere verdiği cevap “Haydi oradan gâvurun dölleri. Bu minarelerde hala ezan okunuyorsa bilin bu Sarı Paşa’nın yüzü suyu hürmetinedir. Yaşadığım sürece Atatürk’ün Partisi’ne oy vercem. Adamı günaha sokmayın” İşte böyle demiş cahil, eğitimsiz halkın Kadın Ana’sı. Biz elimizle yanımızda saf tutan tüm Kadın Ana’ları öldürdük sanırım.

Bugün milletin efendisi köylüye, az kalmış olsa da okur-yazar olmayan kesime “İbadetimizi açık açık yapamadık, namaz kılmamız engellendi, Kuran okumamız yasaklandı, Kuran’ı toprak ve saman içine sakladık, camilerimizi ahır yaptılar, bize hazırlanan tuzakları paralel yapı düzenledi” yalanlarını inandırdılar. Akrabasını torpille müdür yapan vekilin “Cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede akrabalarını koru kolla der. Değil mi? Vallahi sen Allah’ın ayetine bile karşı geliyorsan ben ne diyeyim.” demesi “Nasıl olsa inanırlar” mantığına dayanmıyor mu?  Ancak halkımız da gerçekleri görmeye başladı. Uyandı. Her şeyin farkında. Hele halk bir kilo pirince ve fasulyeye muhtaç iken Kaç-Aksaray’a harcanan para sonları olacak. Fransa’daki ihtilalde 16. Lui’yi; görkemli Lale Devrini bitiren israf ve şatafat bunları da bitirecek. Tabi bunu onların anlayacağı dille, onlardan biri olduğumuzu inandırarak anlatırsak. Saygılarımla hoşça kalın.