Uluslararası hukuku bilenler iyi bilir…
Bir de tarihçiler bilir…
Savaşla alınan toprak parçasının mülkiyeti hukuken el değiştirir.
O toprak parçasının her biriminin tapusu orayı alan kuvvetlere geçer.
Özellikle ortaçağ Avrupa ve Asya’sında  öncelikli olarak daha sonrada tüm dünyada..
Bunu niye anlattım…
Son dönem tartışmaların odağındaki bir mülkle ilgili yanlış, kökten sakat bir mantığı daha iyi kavrayabilmek adına…
Hadi biraz açalım..
29 Mayıs 1453 sabahına kadar İstanbul, Konstantinopolis yada Bizans’tır..
Doğu Romanın kalbi..
Hristiyan aleminin gururu..
Yunan felsefesinin ruhu..
29 Mayıs 1453 günü İstanbul fethedilir…
Kim tarafından..
Bütün zamanların en muhteşem Harp dâhisi, 9 lisanı ana dili gibi konuşan, gemileri karadan yürütecek kadar dahi, havan topunu keşfedecek kadar ilim sahibi, hocasının önünde başını öne eğecek kadar mütevazi, dünya tarihini değiştirecek kadar azimli bir insan FATİH SULTAN MEHMED tarafından…
Doğal olarak Bizans’ı tarihin çöplüğüne gömen adam, o toprakların tapusunu üzerine alan adamdır.
Yine tarihçiler iyi bilir..
Kazanılan her zafer sonrası gurur duyduğumuz, dünyanın da saygı duyduğu ecdadımızın bir geleneği vardı..
Kazanılan zaferin sembolü olarak eğer zafer Hristiyan bir ülkedeyse o ülkenin en büyük kilisesi camiye çevrilir ve orada ilk Cuma kılınırdı. O ülkedeki diğer Hristiyan mabetlerine dokunulmaz aksine halk inancında tam serbest bırakılırdı.
Fatihte aynısını yaptı.. Kendi mülkiyetine geçen topraklarda Hristiyan aleminin en büyük kilisesi Ayasofya’yı camiye çevirip ilk Cuma namazını1 Haziran 1453 tarihinde zafer kazanan kumandan ve askerleriyle birlikte kıldı.
Ardından da yine uluslararası hukukun en temel yazılı metinlerini teşkil eden  kendi adına bir vakıf kurarak caminin tapusunu kendi üzerine çıkartı ve caminin her türlü giderini kendi mülkünden vakfettiği mallarla karşılanması için yazılı metin bıraktı.. Tıpkı Cumhuriyetin kuruluşunda Atatürk’ün Ankara’da bugün hala kullanılan orman çiftliğinde olduğu gibi, tıpkı Pakistanlı Müslümanların milli mücadele için gönderdiği bağışların arta kalanlarıyla iş bankası kurulması ve ardından da bunun CHP’ye bırakılması gibi (Bu konuyu daha sonra  başka bir makalede  yazacağım İnşallah. Türkiye vatandaşı olarak benimde hissem olan bankadaki payımı talep edeceğim)
İstanbul’un fethinden sonra, Bizans imparatoruna ait olan bir yapının, Ayasofya’nın, Osmanlı hükümdarına geçmesi ve onun tarafından cami olarak vakfedilmesi esasında tartışılabilecek bir konu değil. Eğer bir ülkede hukuk varsa, bu hukuk vakıf mülkiyetini kabul ediyorsa, vakıf sistemi devam ediyorsa, bunun üzerinde yönetimin tasarrufta bulunması mümkün değildir.
Efendiler Ayasofya’nın tapusu Fatih Sultan Mehmet’e aittir ve oda onu vakıfname ile tescil ettirmiştir. Sizin olmayan bir mülkte tasarruf hangi hukukta yeri var? Ha tabi bir dönem Aydın eyaletinin yüzde 23vakıflarına sahip Tiredeki ecdad yadigarı vakıfları kendi parti yandaşlarına satan zihniyet için vakıf malı üzerinde tasarruf sıradan bir işlem…
Ayasofya’nın müze olmasının hümanistçe, barışçı bir karar olduğunu savunan yazara sormak gerekiyor, Ayasofya’yı kilise haline dönüştürmek için çaba sarf eden Yunanlılar acaba Selanik’teki 113 camiyi ortadan kaldırırken sizin gibi mi düşündüler?  Yada sizin bu mantığınızla Tire’nin fethiyle birlikte kilise olan ve daha sonra camiye çevrilen Tire Ulucami’nin de müze yapılması normal öyle mi?
Ne yazık ki sizin kadar saf değiliz. Ayasofya Sevr görüşmelerinin konuları arasında yer almıştır. Bakın dünyaya nizam vermeye kalkanların niyetlerine… İngiliz Hariciye Nazırı Lord Curzon ile Fransız mevkidaşı Berthelot’un 12.22.1919’da Ayasofya için “eğer tefrik edici bir muamele gerekliyse... bütün mezhep ve itikatların eşit çıkarlara sahip bulunduğu tarihî bir anıt olarak muamele edilebilir ama hiçbir inanç tarafından ibadet amacıyla kullanılamaz” kararı aldıklarını biliyoruz. (bkz. Paul C. Helmerich: Sevr Entrikaları, sf. 152)…
Efendiler! siz Ayasofya’yı hala kilise görseniz de onu devletin temeli olarak gören edebiyatçımız Yahya Kemal'in 30 Mart 1922’de Tevhid-i Efkar Gazetesinde yayınlanan "Ezan ve Kur'an" isimli yazısında "Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hala okunuyor! Selim'in Hırka-i saadet önünde okuttuğu Kur'an ki hala okunuyor!” ifadeleri halkın Ayasofya’ya bakışını yansıtmakta.
Türkiye için Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmed vakfı olarak ibadete açılması bir hükümranlık meselesidir. Türkiye kendini gerçekten hükümran bir devlet olarak kabul ediyorsa, Ayasofya’yı açar. Ayasofya bir lütuf değil Peygamber müjdesi İstanbul’un fethini gerçekleştiren kutlu komutan ve kutlu askerlerin kılıcının hakkıdır.
Bu da geziciler, Avrupa mukallitleri, ulusalcılar, İngiliz muhipleri istese de istemese de AYASOFYA TÜRK MİLLETİNİN AVRUPAYA GALİBİYETİNİN SEMBOLÜ OLARAK BİR GÜN AÇILACAKTIR. AÇILDIĞI GÜN SİZLERİDE BEKLERİZ DOSTLAR…